KORONAVİRÜS KRİZİNİN ARKA PLANI
Küresel güçlerin acımasız geçmişinin ayak izlerini taşıyan Koronavirüs’ün (COVID-19) şok dalgası bugün tüm dünyayı etkisi altına almış durumdadır.
Küresel güçler olarak tanımladığımız unsurların arka planında ise, Milli Görüş olarak 50 seneden beri ifade ettiğimiz gibi; insanlığın çektiği maddi ve manevi sıkıntıların sebebi olan 5700 senelik mikrop yani “Siyonizm” bulunmaktadır.
Siyonizm davasını 5000 seneden uzun zamandır sürdüren bir avuç imtiyazlı zümre, siyasi-ekonomik ve teknolojik gücü ellerine geçirmişlerdir ve bu güç sayesinde yüzyıllardır dünya olaylarına yön vermektedirler.
Bu imtiyazlı zümre için kaos çıkarmak, ekonomik krizlerle insanlığı dize getirmek, savaşlar çıkararak kendileri dışındaki insanları birbirine kırdırmak, ülkeleri bölüp parçalamak, mezhepler ve ırklar arası çatışmalar çıkarmak bir ibadettir. Bizatihi temel sloganları “Kaostan Doğan Düzen (Ordo ab Chao)” dir. Arkasından kendi düzenlerini hâkim kılmak için kaos ve kargaşa çıkarmak, korku ve panik havası oluşturmak başlıca adetlerindendir. Tüm insanlığı dize getirmek ve onlara hükmetmek en önemli hedefleridir.
Yeryüzünün ifsat ordusu olarak da nitelendirebileceğimiz bu zümrenin hedefi siyasi-ekonomik-askeri-sosyal alanda mutlak dünya hâkimiyetine ulaşmak, kendileri dışındaki tüm insanlığı kendilerine köle yapmaktır.
Bu köleliğin tam manasıyla gerçekleşebilmesi için, başta İngiltere’deki Tavistock Enstitüsü’nde olmak üzere pek çok koldan “zihin kontrolü” üzerinde çalışmalar ve deneyler yapmaktadırlar.
Ancak bu noktaya ulaşmadan, kendilerinin birkaç milyonluk nüfuslarıyla 7 milyar insanlığa hükmetmeleri son derece zor olduğu için, kendileri dışındaki çeşitli milletlerden ve dinlerden insanları kendi Siyonist davalarına hizmet ettirebilmek adına çeşitli örgütler kurmuşlar, bu örgütlere diğer ırklardan insanları üye yapmışlardır.
Yine aynı amaca matuf olarak, Protestanlık mezhebini bunlar ortaya çıkarmışlar, Hıristiyan Siyonistler yetiştirmek için Evanjelizm mezhebini de kendileri kurmuşlardır.
Bu metodun yanında, kendileri dışındaki insanların sayısını azaltmak için de pek çok farklı metodu denemişler ve hala da denemeye devam etmektedirler.
Savaşlar, terör, iç savaşlar, kanser ve kısırlığın yaygınlaştırılması, kitlesel ölümlere yol açan atom bombaları ve biyolojik silahlar bu metotlardandır.
Örneğin 1. Ve 2. Dünya Savaşları’nı ve tarihteki daha pek çok savaşı çıkaran bunlardır, kanserojen katkı maddeleri ile gıdaları ifsat etmek, genetiğiyle oynayarak tohumları ve ekinleri bozmak bunların marifetidir.
GDO’lu tohumları üreten ABD’li “Monsanto” şirketi doğrudan doğruya bunların kuruluşudur.
GDO’lu ürünlerle, kanserojen katkı maddeleriyle, aynı zamanda da tamamen kontrollerinde olan aşı ve ilaç sanayiyle kanseri ve kısırlığı tüm dünyada yaygınlaştırmaktadırlar. Bugün dünya ilaç endüstrisinin yüzde doksanı bu imtiyazlı zümrenin ilaç firmalarının elindedir.
Bunlara ilaveten, biyolojik silahlar hem konvansiyonel savaş yöntemlerine göre daha düşük maliyetli olması, hem büyük ölçüde faili meçhul olarak kalması, hem de savaşların aksine kendi taraflarından herhangi bir zayiata yol açmaması nedeniyle onlar için son derece avantajlıdır.
Bütün mesele kısa ve kolay yoldan kendileri dışındaki dünya nüfusunu azaltmak, böylece dünyayı kolay hükmedilebilir hale getirmektir. Onların zihniyetine göre dünya nüfusunun 6 milyarlık kısmı fazladır, gereksiz yere “imtiyazlı zümre”nin hakkı olan kaynakları tüketmektedirler. Öyleyse bunlardan kurtulmak gereklidir. Birkaç milyon Siyonist ve onlara hizmet edecek, onların refahı ve konforu için çalışacak 1 milyar kadar “köle” yeterlidir.
Biyolojik silahlar bu amaca hizmet etmesi bakımından adeta biçilmiş kaftandır. Korona virüs hadisesi işte bu açıdan değerlendirildiğinde şüphelerimizi fazlasıyla artırmaktadır.
Bu noktada bu “imtiyazlı zümre”nin önde gelenlerinden Amerikalı Rockfeller ailesinin kurduğu Rockfeller Vakfı’nın internet sitesinde bundan tam 10 sene önce bugün yaşamakta olduğumuz Korona virüs krizinin sadece virüsün adı verilmeden, fakat bütün ayrıntılarıyla bir “gelecek senaryosu” olarak yayınlanmış olması son derece manidardır.
Buna ilaveten bu konuda uzun yıllardır çalışmalar ve denemeler yapıldığı da bilinmektedir. Örneğin; 1943 yılında ABD tarafından gerçekleştirilen “Kutsal Kâse” biyolojik savaş araştırmasının amacı kuru bakteri veya viral (virüs) ajan üretmek şeklinde idi. Kuru virüs üretimi için yoğun araştırmalar yapıldı ve sonunda 1 ila 5 mikron boyutunda, biyolojik silah olarak kullanılabilecek virüslerin üretimi gerçekleştirildi.
Bu virüsün teneffüs edildiğinde insan vücudunda çok kolay hareket ederek vücudun doğal savunmasının önüne geçtiği ve ciğerlerde tutunduğu görülmüş oldu.
Bu virüslerin üretimi için Washington’un 50 mil kuzeybatısında, batı Maryland’deki Catoctin Dağları’nda yer alan küçük bir havaalanı tahsis edildi. “Camp Detrick” adı verilen bu alan, ABD biyolojik silah programının merkezi oldu. 1945 yılında burada virüs programı için çalışanların sayısı 1.770 idi.
1953 yılında Camp Detrict, sarıhumma hastalığını yayan sivrisinek üretmeye başladı ve aylık 500.000 sivrisinek sayısı elde edildi. Pentagon, bu sivrisinekleri, düşman hedeflerine uçaklar ve helikopterlerle ulaştırmayı hedefliyordu.
1963’ten sonra ABD, potansiyel mikroorganizmaları alarak onları kullanılabilir öldürücü virüslere dönüştürebileceklerini öğrendi. İlerleyen zaman içerisinde ABD biyolojik silahların kullanımı konusunda çok büyük mesafeler aldı.
1997-2001 yılları arasında ABD Savunma Bakanı olarak görev yapan William Sebastian Cohen’in (bu şahıs da “imtiyazlı zümre”nin mensuplarındandır) 1998 yılında yaptığı açıklamada virüs savaşlarına atıfta bulunarak: “bunlar geleceğin silahları olup, gelecek de iyice yaklaşmaktadır” şeklinde ifadeler kullanması çok dikkat çekicidir.
Associated Press haber ajansı da, 15 Kasım 1998’de yaptığı haberde: “Israel Develops New Weapons” başlığı altında İsrail’in genetik mühendislik ürünü olan biyolojik silah geliştirdiğini ve bu silahın Yahudi ırkını etkilemeyip, Araplar üzerinde etkili olacağını belirtiyordu.
‘GERD’ takma adıyla açıklamalar yapan ABD’li bir yetkili, Afrika’da Thallium, botulinum toksinini yemek ve suda kullandıklarını ve Hepatit A’yı yaydıklarını ve konteynırlar içerisinde getirdikleri bakteri ve virüsleri Kuzey Namibya’da kullandıklarını “Virüs Savaşları” adlı kitabın yazarı Tom Mangold ve Jeff Goldberg’e itiraf etmiştir.
Afrika’da CCB (Civil Cooperation Bureau-Sivil Dayanışma Bürosu)’de görev yapan Peter Botes de, Afrika’da kolerayı yaydıklarını ve bizzat kendisinin de Mozambik’te bu virüslerin kullanımında aktif rol oynadığını itiraf etmiştir. Yine bu organizasyonun yetkililerinden Basson da yaptığı itirafta; Ebola ve Marburg virüslerini Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapay olarak yaydıklarını ve 1995 yılı sonlarına doğru Zaire’de Ebola virüsü yayılırken kendisinin de orada görevli olduğu belirtmektedir.
ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fort Detrick’te virüsler alanındaki büyük çaplı çalışmaları ve birçok ülkede ürettiği virüsleri kullandığına dair iddialar ve itiraflar göz önüne alındığında, COVID-19 virüsünün ABD Yönetimi’nin arkasındaki asıl güç olan Siyonist ve Evanjelist zihniyetin ürünü olma ihtimali güçlenmektedir.
Yeni tip bir virüs olan COVID-19’un, Ebola, Sars ve Mers gibi hayvandan insana geçmesi ister istemez bu virüsün “Fort Detrick” ürünü olma ihtimalini güçlendirmektedir. Çünkü ABD bu tip virüsleri Fort Detrick’te zaten hayvanlar üzerinden geliştirmektedir.
Korona virüs krizi hızlı ve etkili şekilde dünya nüfusunun azaltılması provası olmasının yanında, doğurduğu ekonomik sonuçlar bakımından da son derece etkili olmuştur. Petrol fiyatlarının hızla düşmesi başta Rusya ve İran gibi ülkeler olmak üzere, çok sayıda Ortadoğu ülkesine de darbe indirmiş, aynı zamanda hızla büyüyen ve güçlenen, pek çok alandaki firmaları ve markaları Amerikan markalarına küresel ölçekte meydan okumaya başlayan Çin de bu krizin sonucunda ağır yara almıştır. Çin’in bu krizden doğan kaybının trilyonlarca dolar olduğu uzmanlar tarafından açıkça ifade edilmektedir.
Korona virüs insan sağlığı ve hayatı üzerindeki etkilerinin yanında sebep olduğu bu sonuçlarla Çin, Rusya ve İran’a ağır darbeler indirmiştir. Böylelikle “imtiyazlı zümre”nin baş düşmanlarından bir tanesi olarak gördüğü İran ve yine bu zümrenin kontrolsüz büyümesine göz yumamayacağı Çin ve Rusya bir anlamda terbiye edilmiştir.
COVID-19’un ABD Başkanı Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Pompeo başta olmak üzere ABD’li yetkililer tarafından "Çin virüsü", "Wuhan virüsü" gibi kavramlarla tanımlanması suçu tamamen Çin’in üzerine yıkmak ve Çin’i bir daha asla seyahat edilmeyecek, ticaret yapılmayacak adeta “lanetli” ülke haline getirmeye yönelik algı operasyonu şeklinde değerlendirilmektedir.
Ayrıca İran’da insanlar bu katil virüsten kırılırken, ABD Yönetimi’nin İran’a yönelik ambargo kararında ısrarcı olması, hiçbir toleransa yanaşmaması da üzerinde durulması gereken çok ibretlik bir durumdur.
AB ülkeleri ve özellikle İtalya’da COVID-19’un yaygınlaştırılması da, Evanjelist ve Siyonistlerin Katolik dünyası üzerinde hegemonya kurma ve Avrupa’nın tamamen ABD-Siyonizm merkezli hareket etmesini sağlamaya yönelik olabilir.
Sonuç olarak; laboratuvarlarda üretilen mikroskobik organizmalar (virüsler) geleceğin silahları olup, aynı anda milyonlarca, hatta milyarlarca insanı etkilemeleri ve hatta öldürmeleri söz konusudur. Bunların popülasyonunu geliştirmek, yaymak ve en sonunda insanları kitlesel şekilde öldürmek ana amaçtır. Bunlar COVID-19 örneğinde olduğu gibi, atom bombaları kadar etkili, çok daha düşük maliyetli ve en önemlisi de atom bombalarının aksine büyük ölçüde “faili meçhul” silahlardır.
Bütün bu özellikleri nedeniyle de, “imtiyazlı zümre”nin amaçlarına hizmet etme potansiyelleri çok yüksektir.
Özellikle Türkiye’nin ve tüm İslam Âlemi’nin bu virüs krizinden dersler çıkararak, önleyici tedbirlerin geliştirilmesi için çalışmalar yapması çok büyük önem arz etmektedir.
Geleceğin savaş konseptini oluşturan küresel boyuttaki Siyonist biyolojik savaş tehdidine karşı bundan böyle daha hazırlıklı ve bilinçli olmamız gereklidir.
Yeniden Refah Partisi
Dış İlişkiler Başkanlığı