MESCİD-İ AKSA ÖZGÜR OLMADIKÇA ÖZGÜRÜM SANMA
Mescid-i Aksa’da yaşanan vahim gelişmeler karşısında, zamana karşı yarışta inisiyatifi öngören güçlü bir politik iradeye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bu bağlamda nitel bir “dayanışma” içerisinde müşterek hareketle, karşı karşıya kalınan sorun ve güçlüklerin üstesinden gelmek pekâlâ mümkün olabilir kanaatini taşıyoruz.
Yoksa küresel ölçekli dayatıcı politikalarla Müslümanlar arasında yaşanmakta kaotik politik çürümüşlüğün, Mescid-i Aksa’ya güçsüzlük olarak yansıması durumunda büyük bir düş kırkılığı yaşanacağı gibi, bundan cesaret alacak olan Siyonist işgal gücünün eylemde şiddetin dozajını daha fazla artırması ve Filistinlilerin haklarına tecavüz etmesi söz konusu olabilecektir.
Şüphesiz ki Mescid-i Aksa, tüm Müslümanların ilk kıblegâhı ve öz vatanı düzeyinde (madrepatria- motherland) bir konuma sahiptir. İsrailli yetkililerin, Donkişotvari ısrarlarla bu kutsal mekânı “Tapınak Dağı” (TampleMount) bileşkesi olarak görmeleri karşısında sessiz kalınması, buradaki Filistinlilerin egemenliklerinin erozyona uğramasına neden olmaktadır.
Siyonist güçlerin zücaciye dükkânına saldıran fil gibi Mescid-i Aksa’nın kalbine kadar girip şiddete yönelmesi asla tasvip edilebilecek bir durum değildir. Burada yaşanan vahim olaylar nereye kadar çözümsüz bırakılacak? İşgal altındaki topraklarda, fütursuzca uygulamalarla geniş ölçekli olarak tahakküm politikalarını sürdürmekte olan Siyonistlere karşı “söylem” dışında hiçbir “eylem” istidadı gösteremeyen, birbirleriyle birliktelikten çok ayrıştırıcı politikalarla uzaklaşan ve ruhlarını oturdukları kürsülerle takas eden sözde Müslüman yöneticilerin, “savunma mekanizması” ( Mécanisme de défense) metaforundan öte bir anlayış ortaya koyamamaları gayet doğaldır.
Ortadoğu’daki istikrarsızlığın ihracı ile kronik bir güvensizlik ortaya koyan İsrail, Filistinlilerin hareket alanlarını daraltarak, uluslararası anlaşmalardan kaynaklı haklarına müdahil olmakta ve özellikle Müslümanların şah damarı konumundaki Doğu Kudüs’te daha fazla alan serbestîsi elde etmeye çalışmaktadır.
Diğer taraftan, “bekle gör” mantığıyla gelişmelere kayıtsız kalan ve gerektiğinde müdahil olmaktan çok, Doğu Kudüs’teki gelişmeleri geriden yönlendiren (leading from behind) politik anlayışla mevcut sorunların çözüme kavuşması pek mümkün olmasa gerek.
Doğu Kudüs’te yaşanan son gelişmeler karşısında daha önceden “himayeci siyaset” anlayışıyla Filistinlilerle büyük bir dayanışma içerisinde olan Müslüman ülkeler, İsrail ile olan siyasi yakınlaşmaları önceleyerek Kudüs sorunuyla ilgili gelişmelerde daha temkinli adımlar atmaya çalışmaktadırlar.
Son yıllarda İsrail ile ilişkileri geliştirme yönünde büyük adımlar atan bazı Ortadoğu ülke yöneticileri, ne yazık ki Filistin konusunda küçük ve muğlâk adımlar atmayı yeğlemektedirler.
Son olaylar bir kez daha gösterdi ki, Filistin ve Filistinlilere yönelik “himaye siyaseti” anlayışında büyük bir eksen kayması söz konusudur.
Tüm bunlara rağmen, İsrail’e karşı tabandan yükselen ve dalga dalga yayılan büyük tepkinin ister istemez bazı dinamiklerin harekete geçmesine vesile olacağı beklenmektedir. Çünkü Batı’nın İsrail’e yönelik çifte standartlı politikaları karşısında farklı politik çizgilerdeki eğilimlerin hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak kadar keskinleşmekte olduğunu görmek gerekir düşüncesindeyiz.
Artık, Batı’nın neden olduğu Doğu Kudüs’teki vahim gidişatla ilgili açmaz ve çıkmazın Batı’nın ortaya koymaya çalıştığı çözüm önerileriyle aşılamayacağı gayet sarih şekilde bilinmektedir. Batı’nın çifte standartlı politikaları, Filistin’deki haklı gerçeklere dayanan değerler manzumesini alt üst etmeye devam ederken, gelişmelere suskun kalmak çözüm olmasa gerek.